Sana Olan Hislerimin Gerileme Raporu
Sana Olan Hislerimin Gerileme Raporu
-Alo 155 Polis İmbat mı?
-Yok karayel!
-Kardeşim dilim sürçemez mi benim.
-Sadede gelmenize daha çok var mı?
-Soyundum!
-Ben evliyim hanımefendi.
-Yok yani ben uyurken girdiler.
-…
Düzen, Tanrı'nın dağıttığı hediyelik paketleri şüpheli görerek fünye ile patlatma kararı alırken Taksim'de, Beyoğlu yürütmüyor kederlerimizi İstiklal’in asırlık dalgınlığında. Aman sessiz ol geceyi sakın uyandırma. Gün ha geldi ha gelecek, eli kulağında. En son karşılaşmamız ileri bir tarihe ertelenince bitime saniyeler kala, son şutunda dondurulmuştu ters açılı pozisyon. Taraftarlar kahkahalar içinde ayrılırken stadyumdan, düdüğünü ibret-i âlem olsun diye köşe direğine asmıştı orta hakem. Top toplayıcı veletler 'Satılmış bu ibne.' diyerek fısıldaşırken birbirleriyle, Federasyon seyircisiz oynanacağını ilan etmişti bundan sonraki tüm ayak oyunlarının. Sen kadınlığın on kusurlu hareketini de yapmıştın –ki kuralları kesinlikle ben koymamıştım. Ben aşk için kendimi karşıma aldım en başta, bir de hayatı. Allah’ı karşıma aldım irisinde tekrar uykulara dalabilmek için. Sana ne kadar uzak geliyor değil mi bu fedakârlık örnekleri? Çünkü senin sikinde değildi sevmek! Yeter vücudumdaki hassas dengelerle oyna(ma) artık. Ne olur utanmazlığın kanıma dokunmadan, hücrelerinin arsızlığı yedi cihana yayılmadan git! Ben hunharca katlettiğim sivrisineklerin yakınlarına taziye mesajları gönderirken tam da çocukla çocuk olma meziyetimden kurtulmuşken yani. Oyuncaklarıma ağza alınmayacak küfürler öğretirken, her sevişmeye biraz mızıkçılık katarken, biraz çığlık eklerken köşe kapmaca oyunlarımızın mayasına, sora sora ebesinin Çin’i bile bulunurken. Akşam ezanında eve dönerken sonra demliği ocakta unutma rekorları kırarken sonra pencere önünde kendi cenazemi seyrederken sonra sen ve sonra ben ama mutlaka ikimizden biri incelikle ölürken. Git! Senin önceliklerinin en arka sıralarında oturan o haylaz ilkokul talebesi halimle, ilk hayal kırıklığını çaya bisküvisini banacak iken içine düşürdüğünde yaşayan tuzla buz avuçlarımla, sana geliyordum oysa. O merakla izlediğim dünya, sezon tekrarlarını yayınlayarak geçiştiriyordu umutlarımı. Oysa sen dün gibi aklımdaydın. Ardımdaki tüm perdeleri çekmemin yeteceğini sandım, camın buğusunu dirseğimle sildiğimde aramızdaki flu görüntülerin kaybolacağını sandım. Zihnini bir aşkın ülke meselelerine yoruyordun sen o sıra. Hatırlar mısın bilmem sana demiştim ki sesimin en ürkek tonuyla: “-Çekinme hadi uzat kadehini, likörün kalbini kırma! ” Ama sen ne olur zaaflarımı anımsamadan, git!
(Bir ah çeksem, karşıki dağlar daha ilk kadehte yıkılır. Hani İstanbullu bir hatunun dağdan doruktan bahsetmesi de hayli tartışılır. Bizim efkârımız bile metropolleşmiş sevgilim! Şu bildik ‘el ele gezdiğimiz muhitlere rezidans diktiler’ meselesi işte anlıyor musun? Bu şehre derhal cerahat sergileri açılmalı bence. Cehenneme git turları artırılmalı, günah pazarları erkenden siftah yapmalı, sabahın köründe kepenk kaldırmalı otopark mafyası, kargalar kahvaltısızlığa idmanlı tutulmalı, utanma-arlanma kalmamalı, çürütülmeli doğanın el değmemiş güzelliği safsatası. Sokakları aşındırmalı bazen uygun adımlarla, balkonlarda maganda kurşunlarına hedef olmalı, heder olmalı halkımız Avrupa’ya yetişelim derken, kara para trafiğine acilen çözüm bulunmalı, art niyet köprüleri kurulmalı ayrıca korku tüneli de şart. Şunun şurasında kültür başkenti olmamız sadece an meselesi. O nedenle bundan böyle her şey standart! İki arada bir derede sevişmeler, Fransız kolonisindeki öpüşmeler ve çocuk sayısı. Geriye çekilmek, altından girip üstünden çıkmak, soteye yatmak yasak! Sahi anlamak güç Marmara’nın maviliğine mi beslenmiş bunca öfke? Bak çıldırmaya ramak kaldı! Üstü örtülecek bir Madımak kaldı usumuzun bağrı yanık anılarında. Onu da unuttuk mu tamamdır…)
Hatırlamıyor olamazsın kıç kadar odada seyrüseferdeydik, seksen gündür kâinatı geziyorduk yapış yapış balonumuzla. Ben yorgundum, bütün atlaslar omuzlarıma binmişti. Yılmadan usanmadan seni de taşıyordum bu dört duvarın sınırsız coğrafyasında. Şifonyerin üstündeki eski kafalı radyoda Mozart, bir ön didişmenin fon müziğini besteliyordu ve ben zil zurna ayıktım. Tarihin en hüzünlü melodisi eşliğinde kayıp notayı arıyorduk ve günlerden eminim ki perşembeydi. Her yenilgim de olduğu gibi... Gariptir gözlerin hiç ışık tutmuyordu arayışlarımıza. Düşün tenindeki dans adımlarımı bile ıskalıyordum o detone karanlıkta. Yatağın en uzak boylamlarından başlayıp ekvator çizgisine kadar aralıksız sürerdi ya hani tensel seyahatlerimiz. Belindeki gamzeler belirginleşirdi gülümsediğinde, ne vakit dokunsam ruhuna Münker ile Nekir olmadı Deccal koynuna uğrardı mutlaka. Şah damarlarımızı kollayarak öpüşürdük. Sırf kopmasın diye kıyamet, vaktinde önce. Sırf bakir hurafelerimiz katılaşmasın diye ya da sözlerinin arkasında duramayan peygamberler, yaşananlardan rencide olmasın diye. Ceplerimde radikal kararlarla dini bütün bir köprüde yani Sırat’ta -o müthiş dengesizliğimle- yürürken, sen bir anlık gafletimle aşağıya düşme diye ya da sırf müebbetimiz bol olsun diye. Dua edercesine bir huzurla öpüşürdük, şah damarlarımız sağlamda. Günahlarımı göstermemi istediğinde ürkmüştüm ama beklentilerimin dışında sen benim en çok göğsümdeki utancı beğenmiştin. –ki yüreğimin topraklarına kardığımda seni filiz vermen için bin dereden su getirmemi oldukça takdir etmiştin. Fakat sadece ölüm çiçek açmıştı, güz kokulu dudakların aksine kurumuştu. Su testisi, yani suyun taşakları senin Hak yolunda kırılmıştı. Dün gibi aklımdaydın okyanuslarımı almış sana geliyordum. Derinliğinde boğulacaktı neredeyse erkekliğim. Kasıklarının sıcak atmosferinde bana gökyüzünü dar edebilirdin tek hamlenle. Ustaca sevişirdin tüm karasularında, bilirdim. Kıyılarında yelkenlerimi indirmiştim hiç gurur koymadan. Hatırlar mısın bilmem sana demiştim ki sesimin en mahşerî tonuyla: “-Gelsen ölüm gitsen kıyamet! ”
Bu gece dümenini üzerimize kırdı hep, Atlantis bandıralı korsan gemileri. İkimiz de gündüz gözüyle soyulduk. Yağma edildi güneşlerimiz, diğer güne fevkalade bir zemheri doğurduk. Temmuzdu hiç unutmuyorum, birbirimize yaklaştıkça üşüyorduk. Hatırlar mısın bilmem sana demiştim ki sesimin en küfürbaz tonuyla: “-Solak bir Tanrının sağ elini kullanarak yazdığı kaderlerdik biz seninle! ” İyisi mi sen daha fazla inanmadan bütün bu yalanlara, sana olan hislerimin gerileme raporunu da al ve git!
-Hayırlı nöbetler kardeşim ben…
-Yine mi siz? Bir saniye bağlıyorum.
-…
-Ahlak Polisi buyurun?
-Kapatsam ve başımın çaresine baksam iyi olacak.
Özgür Gümüşsoy